Sabahları bizim ev gerçekten yorucu. Üç çocukla güne kısa sürede hazırlanmak, birbirlerinin ayaklarına basmadan kişisel işlerini halledebilmelerini sağlamak, yorgun olanı desteklemek, fazla enerjik olanı sakinleştirmek, gergin olanı yumuşatmak… Bunların hepsi kırk beş dakikaya sığıyor. O esnada anne baba kendini hazırlamaya çalışıyor, çocukların yemekleri paketleniyor ve vs vs. Şimdilerde bu karede Mimu’nun da yeri var. O da uyanacak, giyinecek ve servise teslim edilecek. Tahmin edersiniz ki, her şey her zaman yumuşak ilerlemiyor. Kimi zaman direniyor Mimu: Beni anne indirsin servise. Ben sadece annenin elini tutacağım. Bu sabah, yeni bir mucizecik oldu. Servis gelmek üzere, baba dedi ki ‘Haydi Mimu, çıkmalıyız. Ve anne değil ben indiriyorum seni, çünkü o ablanın saçını yapacak.’ Tamam babacım, fark etmez. Gidelim, dedi Mimu.
Ufacık bir cümle değil mi? Bunun üzerine de yazı yazılır mı? Hem de nasıl yazılır. Ben bu cümlenin arkasında neler neler görüyorum, biliyor musunuz?
- Güven; aile olmaya dair.
- Huzur; iç dengelerinin oturduğuna dair.
- Uyum; çevresinde olup bitenlere dair.
Bu üç duygu yerleşsin diye çabalıyoruz, iki yıldır. Akıntıyı arkamıza almışız gibi hissetmeye başlamam ise çok yenidir. Ara ara bahsediyorum, yuvada büyümüş bir küçüğün ne gibi eksikleri olabiliyor hayata dair, neler önünde bir set gibi bekliyor. Bunları ne tek başına aşabilir, ne de sadece bizim desteğimizle. Gelişimsel açıdan her şey yolunda gözükse bile, içinde ona engel olan öyle çok duygu var ki, bunları cımbızla tek tek bulup, çıkarıp atmak gerekiyor.
Biyolojik olarak dört, fiziksel olarak beş, duygusal ve dilsel olarak üç yaşında sanki Mimu. Bir küçük çocuğun bu uçlar arasında gidip gelmesi bile onu dengelerini sarsmaya yeter. Yaşamının ilk iki yılında iletişim hakkını neredeyse hiç kullanamamış. De ve Do’ya doğdukları aydan beri kitap okudum ben, ninni söyledim, masal anlattım, yolda giderken her bir rengi, böceği, çiçeği tarif ettim. Onlarla yıllarca göz göze iletişim kurdum. Mimu’nun bundan yoksun büyümüş olduğunu düşündükçe, dilinin neden geriden geldiğini çok daha iyi anlıyorum. Bu boşluğu emniyetle geçebileceği bir köprü inşa ediyoruz el birliğiyle (dünya tatlısı bir dil terapistimiz var, desteği büyük). Son günlerde Mimu değil haftalar, günler bazında yol kat ediyor. Her gün kelime dağarcığına bir ekleme yapıyor ve kendisiyle gurur duyuyor. Biz de öyle!
Dil ne kadar geriden gelirse, duygular içeride o kadar sıkışıyor. Ve kızgınlığını, hüsranını, üzüntüsünü ifade ederken araçsız kaldığından bedensel tepkiler veriyor. Bizi anne baba olarak en çok zorlayan şey bu sanırım. Vurmak, ittirmek, tekme atmak, bağırmak… De ve Do küçükken yaşamadığımız şeylerdi, bu tepkiler karşısında acemi kaldık. Haftalar, aylar bu ifade biçimini çözmeye çalışmakla geçti. Konuştum, anlattım, sarıldım, uyardım. Ve başarılı olduğumuzu sandığımız bir dönem oldu. Ta ki, Mimu fiziken güçlendiğini fark ettiği ana dek… O zaman anladık ki, edinilmiş alışkanlıklar küçük bedeninde bir sarkaç gibi salınıyor. Yani, gidiyor ve geri geliyor. Esas yapmam gereken bu salınımı hafifletmek.
Mimu kendini ifade edebildikçe, pes etmesi gerekmediğini daha çok anlamaya başladı. ‘Ben yapamam, ben başaramam’lar yerini ‘yapacağım’lara bırakmaya başladı. Ani kızgınlıklar, hüsranla gelen tepkiler yerini odasına gidip ağlamaya (bir duygudan dolayı ağlamak bile öğreniliyormuş, biliyor musunuz?) bırakıyor. Ağlayarak sakinleşebiliyor. Yaptığı yanlışı kendi başına hissedip, gelip sarılabiliyor artık. Zaten ancak o zaman, ona söylediklerim bir açık kanal bulabiliyor.
Tüm bunlar olurken elbette izole bir hayat sürmüyoruz. Aslında biraz da bu yüzden, zorluklar bir süreliğine katmerlendi. De ve Do’nun alıştıkları bir düzen var, Mimu’nun gelgitleri en çok onları etkiledi. Ara ara sevgi ve çaresizlik hislerini bir arada yaşadılar, hala da zaman zaman yaşıyorlar. Mimu’yu çok seviyorlar, evet. Ama onun öğrenme yolunda yaşadığı bu iç savaşlardan nasıl etkilendiklerini de gözlemleyebiliyorum. Onları korumanın tek yolu duygusal anlamda güçlendirmek. Anlatıyorum zaman zaman, çünkü artık dinleyerek de öğrenebilecek yaştalar:
– Hayat bizi zorladığında, neyi neden yaptığımızı düşünmek iyi gelir De, Do. Biz büyük bir aile olmayı seçtik. Mimu’nun önünü açmayı, onun bu hayatta mutlu ve başarılı bir insan olabilmesine destek olmayı seçtik. Sizlerin abi, abla olmanızı seçtik. Biliyoruz ki, daha iyi bir abisi ve ablası olamazdı. Yani sadece onu hayatımıza katmayı seçmedik, sizin de güzel özelliklerinizi ortaya çıkartmanızı seçtik.
Çocukların yaşamlarındaki en büyük kişisel alanları oyun. Oyun onları iç dünyalarına açılan bir kapı, dış dünyaya adım atmalarına olanak sunan bir eşik. De ve Do küçükken onlarla uzun saatler oynardım, hayallerimiz bizi nereye götürürse… Daha gençtim elbette :-), fiziksel enerjim daha fazla idi. Mimu için elimden geleni yaptığımı düşünüyordum. Benim pilim bittiğinde abi ve ablanın eksiklerimi tamamladığını düşünüyordum. Ama yetmiyormuş. Ya da daha doğrusu, oyun aracılığıyla ona ulaştırmamız gereken başka kazanımlar da varmış aslında.
Yaz başlarıydı. Hallettik, aştık dediğimiz reaksiyonlar birer birer ve daha da sert biçimde geri geliyordu. Sanki Mimu tüm sınırlarımızı zorluyordu: Şimdi vuracağım, şimdi ittireceğim, şimdi avazım çıktığı kadar bağıracağım, ve izleyeceğim; annem ve babam beni seviyor mu, beni bırakırlar mı? Yoksa beni her halimle kabul edecekler mi? Biz anne baba olarak, büyüttüğümüz diğer çocuklarımız için sevgi-otorite arası nasıl bir denge yakalamışsak o güne dek, Mimu için de aynısını denedik. Olmadı. Hep bahsediyorum. Duvara çarptık. Sanki karşımızda, içine kocaman adam kaçmış bir çocuk vardı. Ve bizi en üst sınırımıza dek sınıyordu. Belki de kendini sınıyordu. Pedagogumuzun kapısını çaldık. Dinledik, konuştuk. Dinledikçe Mimu’yu daha da çok anladık; bebeklikten çocukluğa geçerken yaşayamadığı eşiklerden geçiyor ve korkuyordu. Terk edilmekten korkuyordu. En sevdiği insanların onu sevmemesinden korkuyordu. Bebekliğinde ona sunulamayan tüm sevgileri yakalamaya çalışıyor ama elinden kaçıp gidecek sanıyordu. Pedagogumuzu dinledikçe anladım ki, yolumuz uzun. Ama çözeceğiz. Çünkü her zorluğun çözümü var. Ve bu çözüm yine oyunun içinde. Oyun terapisine başladık. Orada Mimu yeniden bebek olabiliyor. Değerli olduğunu hissediyor. Biricik olduğunu ve tüm biricik yavrular gibi vazgeçilmez olduğunu hissediyor. Korkularından arındıkça gevşiyor.
Bunları neden anlatıyorum, biliyor musunuz? Anlattıkça daha iyi hissediyorum bir yandan. Annesiz ve babasız, ailesiz büyümek bir küçük çocuk için ne kadar ağır bir yük, bunu paylaşayım istiyorum. Bunu bilelim.
‘Bilmek yetmez, elimi uzatayım’ diyenleriniz var aranızda. Duyuyorum. Onlara ulaşmak istiyorum bir yandan. Engebeleri de bilin istiyorum. Bilin ki, güçlü olun, pes etmeyin istiyorum. Pes etmeyelim. Etmeyelim ki, her bir biricik yavru, biricik olduğunu bilerek büyüsün.