Trenler

Zaman geçiyor. Anne olalı onsekiz yıl olmuş. Yani artık De ve Do birer ‘yetişkin’ olmak üzere. Kendi kararlarını alabilecek birer birey, deniyor malum. Dönüp bakıyorum, bir çocuk üç yaşındayken hangi oyuncağı ile uyuyacağına karar verirken, hangi pantolonun daha rahat olduğunu söylerken kendi adına kararlar almıyor mu? Sekiz yaşındayken sınıfında yaşadığı çatışmada kendi sorununa çözüm arayan kişi olmuyor mu? Tam da aynı anda fark ediyorum; sonra o taze yetişkin insan hayattaki yerini, okuldaki konumunu sorgularken büyümenin sancılarını içinde taşımıyor mu? ‘Büyüttük şükür’… diyemiyor insan. Kaç yaşına gelirlerse gelsinler, anne kalbi hep onlarla beraber atıyor.

Bu blogu De ve Do için kurmuştum. Tüm neşelerimiz, komikliklerimiz, oyunlarımız, sorularımız için. Sonra Mimu geldi, çocuk yetiştirmenin en zorlu yollarına dalıverdik, komik olabilmeyi unuttuk. Bir insan yetiştirmenin dayanılmaz ağırlığı ile karşı karşıya kaldık. De ve Do’nun dahil olduğu hayat sınavları Mimu’dan çok farklı idi. Doğduğun ev nasıl şekilleneceğini belirliyor. Tecrübesiz taze bir anne iken bile De ve Do için neler yapabileceğimi az çok biliyordum. Elimden geleni, çok büyük bir mutlulukla yaptım. Ortaya çıktılar. Henüz birer yetişkin değiller. Zaten kaldı ki, yetişkin olunca hayat sınavları bitmiyor… Fakat en azından, önlerine çıkan engellerin boylarının neresine geldiğini, içinde yüzüp yüzemeyeceklerini biliyorlar. Bir anne ile babanın gençlik eşiğinden geçmekte olan çocukları için yapabileceği en iyi şey, ellerini uzattıklarında tutmak olur sanırım. De ve Do bunu biliyorlar, elimiz hep açık. Mimu başka bir eve doğmuş, o evde de kalmamış. Başka bir yuvada emeklemiş, yürümüş. Bizim evimizde büyüyor. Yani onun için yapabileceklerimin boyutunu hiç bilmiyordum. Bu yola girerken biraz kör olmak en iyisi imiş. Yapabileceğimizi sandığımızdan fazlasının bizi beklediği yollara koşulsuz girmiyoruz aslında. Ben bilmiyordum. Eşim bilmiyordu. Giriverdik. Ve değiştik.

Annelik müessesesi çok kapsayıcı, gönüllü bir teslimiyet hali. Hayatımızın gidişatını onlar belirliyorlar. Sonra büyüyorlar. Bu ortak zaman aslında ömrümüzden geçip giden yıllar. İçimden son sürat bir tren gibi geçip gidiyor çocuklarım. Onlar hareket halinde, ben değilim. Birlikte vahşi doğalardan, dağlardan geçiyoruz, karanlık tünellerde gözlerimizi kapıyoruz. Yıllar önce bir küçük fransız kızına denk geldiğimiz seyahat esnasında, her tünele girdiğimizde onun dediği gibi; vas-y vas-yyy (haydi ileriiii) diye bağırıyoruz hep beraber. Işığı görünce seviniyoruz. Köylerden, kentlerden geçiyor, el birliği ile onların hayatlarına taş üstüne taş koyuyoruz. Harika bir yolculuk bu. Ama onlar içimizden son sürat geçip gidiyorlar… Gün gelince arkalarından bakıyoruz, payımıza el sallamak düşüyor ve teşekkür ediyoruz.

Ben bugün bile annemle günlük konuşuyorum. Orta yaşa gelmiş bir insan dahi olsam, ayrı trenlere binip çoktan uzaklara düşmüş dahi olsak sesini duymak iyileştirici. İç sesimi destekleyecek bir insanın her daim var olduğunu bilmek, sırtımı yaslayabilmek ne kadar rahatlatıcı. Şimdilerde De uzaklarda. Onun treni çok daha erken yola çıktı. Aydınlık, yeşil pırıtılıları olan bir yolda ilerlerken, kendine duymaya başladığı güvenin tüm renkleri bana tünelin ucundaki ışık gibi yansıyor. Vazi vazi diye sesleniyorum uzaklardan ona. Her bir çocuğun yolu başka, yolculuğu başka. Do genç bir adam. Muhtemelen onu algıladığımdan daha olgun, öngörülü. Bazen kararsızlıklarla boğuşuyor ama benden daha sakin. Bunlar normal diyor bana, yolumu bulacağım. Arada bir fikrimi soruyor. Dinliyor. Haklısın diyor. Sonra devam ediyor, yanıbaşımdan geçip gidiyor treni; güçlü bir sesi var. Yolculuk nereye ben bilmiyorum. Zaten bilmem de gerekmez, istediğinde destek olabileyim, bana yeter. Küçük adam Mimu için yolculuklar hep büyük heyecan. Tünele girse ayakta, ormanlara baksa ayakta, yolcular sohbet etse ayakta. Heyecanlarını kontrol edebildiğinde bir bakmışız, o da yola tek başına devam edecek.

Bana ne kalmış bu hikayede, bu annelik hikayesinde? Özlem. Endişe. Gurur. Umut. Ve Sevgi. Elli yaşında olsam da, henüz daha dün kucaklaşmışız gibi beni sarmalayan sevgi. Şimdi benim de yeni yollar bulma vaktimdir. Bunca zaman onlarla beraber içimde büyüttüğüm keşifleri dile dökme vaktimdir. O duygularla yeni bir yuva inşaa etmeliyim. Onlara el sallayıp ardımı döndüğümde içine gireceğim yeni bir hayat. Eskilerle yetinip hasret çeken değil, yoluna devam eden bir yeni hayat. Vazi vazii…

genel, kanatlar, koruyucu aile, mutlu anne içinde yayınlandı | 2 Yorum

Koruyucu olduğumuz kesin

Son yazımın üzerinden uzun zaman geçmiş olmalı, bakmadım. Zaten hepimiz için zaman son bir yıldır başka bir hızda akıyor. Pandemi sonrası dünya… Mart ayından beri evdeyiz. Beş kişilik bir ailenin sürekli evde olması hiç kolay değil. Hele de içlerinden birisinin dengeleri hassassa. Kısaca bahsedeceğim, detaylara girip sizlerin umudunu kırmak da istemiyorum. Zaten umut, dibi görse dahi bir can yeleği gibi, suyun üstüne çıkmayı hep biliyor. Bizde de öyle oldu, merak etmeyin. Yine çıktık suyun yüzüne…

DEHB diye kısaltılan gelişimsel bozukluk Çocuk Yuvası geçmişi olan çocuklarda sık karşılaşılan bir durum, açılımı Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite. Üzerinde okudukça ve uzmanları dinledikçe anladık ki, bu isim hafif kaçıyor, derdini tam anlatamıyor. Hatta ‘ay bizim oğlan da hiperaktif, ah bizim kız da çok dikkatsiz’ gibi genellemeler arasında iyice önemsiz bir tona kayıyor. Yelpazesine bakıldığında; bu durumun sınırları içinde kalan çocuklar var, dikkat eksikliği çeken, ya da hem hiperaktif olup hem de dikkat eksikliği yaşayan. Ama kimilerinde mevzu çok daha derin seyrediyor ve o grubu yabancı uzmanlar daha ziyade executive function disorder yani; yönetsel işlev bozukluğu ile tanımlamakta. Mimu o gruba giriyor, damardan. DEHB gelişimsel bir bozukluk. Yaş ilerledikçe beynin aradaki açığı kapatacağı öngörülmekte. Ama o noktaya gelene dek işler hiç kolay değil. İlaç ve terapi ikilisi olmadan gündelik yaşamı sürdürmemiz imkansız. Hem Mimu, hem de bizler için imkansız.

Neyse… Dedim ya, içinizi sıkmaya gelmedim. Pandeminin ilk aylarında bu süreç bizi, kelimenin hakkını vererek yazıyorum; boğdu. Çok çaresiz hissettiğimiz günler oldu, biz böyle n a s ı l devam edeceğiz dediğimiz günler. Zaten yıllardır Mimu için terapi hayatımızın içindeydi, ilaç desteği de alıyordu. Ama uzun süre evde kapalı kalmak korkularını tetikledi ve Mimu terk edileceği endişesi ile gittikçe daha agresif oldu. Biz de dibe vurduk. Oysa, “koruyucu aile” değil miydik biz? Bir ebeveyn olarak ne onu, ne de diğer çocuklarımızı koruyamadığımı hisseder oldum, olduk. Bu, işte umudun dibe vurduğu andır…

Beni tanıyanlar bilir, mücadeleci bir insanım. Hatta galiba biraz zorlukların üstüne üstüne gidiyorum. Benim dağarcığımda pes etmek kelimesi yok. O da ne demekse… Sanki pes etsek dünya duracak. Durmuyor. Bırakalım dibe vuralım. Biraz izin verelim olup bitene… Ve kabul edelim ki, herşeyi kontrol edemiyoruz. Kabul ettim, pandeminin bana öğretisi bu oldu: Kabul ettim. Ve biraz daha sakin bir zihin yapısı ile daha çok okumaya, dinlemeye başladım. Eşim sağ olsun. Bu konularda benden iyidir, doğru adamları buldu, youtubedan bolca dinledik. Ve ne acayiptir ki, dinledikçe kabul etmeye başladık. Mimu’nun beyninin yönetsel becerileri henüz yaşı seviyesinde değil-miş. Bu biraz şey gibi; yürüyemeyen bir insana, kalk o tekerlekli sandalyeden ve adım at demek gibi. Oysa sandalyenin varlığını kabul edince, insan durumla farklı bir perspektiften ilişkilenmeye başlıyor-muş. Bu esnada yeni bir doktorla yeni bir terapi sürecine girdik ve evet, suyun üzerine çıkmaya başladığımızı görüyoruz. Güneş yeniden suyun üzerinden göz kırpıyor.

Şimdilerde yüzüyoruz, ailecek. Deniz bazen dalgalı, bazen durgun. Ama galiba beşimiz de kendimize yüzmeyi yeniden öğrettik. Ben biraz geri çekildim, eşime bıraktım liderliği. O benden daha sakin, akışı daha kolay kabul ediyor. Mimu kaybetme korkuları ile sonunda yüzleşmeye başladı. Ne gariptir ki, altı yıldır bunun üzerine çalıştığımızı sanmamıza rağmen ancak şimdilerde korkuları dilinden çıkar hale geldi. Belki de zamanı şimdi idi, bilemiyorum. Ve şükürler olsun ki yakın zamanda bizlere, artık korkmuyorum, dedi.

Yuvada büyümüş çocukların aidiyet duyguları hiç kolay gelişmiyor. Orada geçen süre ne kadar uzunsa ve ona bakım sağlayan kişiyle bağ ne kadar az kurulmuşsa, sonraki yıllar o kadar zor. Sağlıklı bağlanmanın hayata gelişin ilk 1000 gününde oluşup kapandığını düşünürseniz, o süreyi kaybetmiş çocukların iyileşmesinin de ne denli zor olabileceğini tahmin edebilirsiniz. Biz koruyucu aile olmaya karar verirken bunları biliyor muyduk? Teoride biraz, ama pratikte ne yaşayacağımız hakkında bir fikrimiz yoktu. Bunları anlayıp yerli yerine oturtmak da ancak yaşamakla oluyormuş. Sorunları önce anlamak, sonra kabullenmek ve çare bulmaya girişmek. Bu aşamalardan geçmeden ne Mimu’yu, ne de kendimizi koruyamayacağımızı anlamam yıllarımı aldı. Ama dedim ya, ben mücadeleci bir tipim, bir yerlerde yaraya merhem olacak çareler olduğuna inanmaktan asla vazgeçiyorum.

Artık koruyucu olduğumuz kesin. Mimu’nun neye ihtiyacı olduğunu iyi biliyoruz, ona bu ortamı sağlamaya çalışıyoruz. Bildiğim tüm annelik bilgilerimi tepe taklak ettim zaten, sonra yeniden üst üste koydum. Mimu’yu bazen kendi rüzgarından korumaya çalışıyoruz, bazen de çevresinde esen rüzgarlardan. Çünkü bu gibi zorlukları olan çocukların sosyal ortamlarda barınması da bir o kadar zor (bir yazımda buna değinmiştim; ciciyi herkes sever).Mimu da büyüdükçe kendini daha iyi tanımaya başladı. Ona iyi gelen şeylerin ve kişilerin artık bilincinde.

İçinde kocaman bir sanatçı var Mimu’nun, renklerle, fırça darbeleri ile arası o kadar iyi ki; hiç durmadan resim yapıyor. Bu resimler beğenildikçe, öz güveni yeşermeye başlıyor. Odasında bir sakin köşe, bir de dağınık köşe var. Sakin tarafı düzenli tutmaya çalışıyor ki, zihni onu yorduğunda o tarafta durulabilsin. Dağınık köşe ise, boyalardan, fırçalardan, kartonlardan, kağıtlardan, oyuncaklardan, legolardan, iplerden, kutulardan, yapraklardan, taşlardan, deniz kabuklarından, dokunabileceği her türlü nesneden oluşmakta. O taraf hep karmakarışık. Hiç karışmıyoruz. Orada bazen saatlerini geçiriyor ve parmakları, boyaları ve fırçaları ile bizleri sürekli şaşırtan işler çıkartıyor. O güzel ellerine sağlık Mimu.

Hiperaktivitesi olan çocukların spor yapması hayati önem taşıyor. Mimu da çok sportif. Ama yönetsel becerilerindeki eksiklik standart bir antreman rutini ile başa çıkabilmesine izin vermiyor. Dağılıyor, dağıtıyor, morali bozuluyor ve özgüveni kırılıyor. Ne çok yol denedik altı yılda bilseniz. Sonunda onu anlayıp tanıyacak, ve birebir çalıştırabilecek bir gençle tanıştık. Yaz kış, soğuk sıcak demeden açık havada çalışıyorlar. Ona ağabeylik yapan, sadece şunu yap/bunu yap demeyip onunla birlikte yapan bir koç.

Bizim için artık koruyuculuk böyle birşey. Suyun üzerinde kalacağı araçları bulmasına yardımcı olmaya çalışıyoruz. Terapilerin hayatının bir parçası olduğunu bilmesine, konuşmanın gücünü anlamasına çalışıyoruz. Mimu akıllıdır. Ona sunulan tüm araçları inceler, değerlendirir ve ‘çareler çekmecesi’ne yerleştirir. Bu çekmeceye bir ömür boyu ihtiyacı olacağını artık anlamaya başladı. Gün gelecek, kendi kendini koruyacak. Bir ebeveyn olarak bunları hissedebiliyor olmamın nasıl kıymetli olduğunu bin satır yazsam anlatamam, iyisi mi, siz Mimu’nun şu güzel suratına bakın. Sessizce anlaşalım.

çocuklar ve sınırlar, koruyucu aile, mutlu anne içinde yayınlandı | 4 Yorum

On yılda bir…

Blogumdaki ilk yazımın üzerine bir on yıl devrilmiş. Çocuklar Büyürken demişim. Henüz elimin altında büyürlerken, sanki çok uzun soluklu bir duyguymuş gibi, öyle bir rüya… Oysa büyüdüler. Bağımsızlaşıyorlar. Daha yolları var ama belki de birkaç sene sonra o yolu bensiz yürüyecekler. Hatta ilk denemelerini yapıyorlar.

Onların bir gün kanatlanacağını tahmin ediyordum ama kanatların rüzgarında neler hissedeceğimi bilmiyordum. deİlk önce kızım De yola çıktı; on dört yaşında yurtdışında okumaya yolladık. Bu kadar erken uçmak gerekir miydi yuvadan, bilmiyorum. Ne zor geldi… Ona da, bize de. Kızım iyi olsun, iyi hissetsin derken hasret bile duyamadım. Meğerse hasretlik duygular sütlimanken çekilirmiş. Böylece öğrendim.

Büyük oğlum Do, lise günlerinde artık. Harflerle yazınca büyük gelen bu kelime oğlumun yüzüne baktığımda aslında hala küçük duruyor. Liseli olmanın gereklerinden birisi bağımsızlık, o da bunu test ediyor, küçük küçük tadına bakıyor. Baksın. O zaten yaparak, dokunarak öğrenen bir çocuktu, genç olmayı da böyle başaracak.do

Bir üç numara kaldı elimizde büyüyen 🙂 O zaten elimize geldiğinde kızgın bir ergen gibiydi, öfkeli ve huzursuz. Yıllarımız küçük bir çocuk gibi hissetmesini sağlamakla geçti. O nedenle bir süre daha o evrende sefasını sürsün istiyorum. mimuYılbaşında hediye teslim eden bir Noel Baba var mı, diş perisi gerçekten çok mu meşgul gibi sorularla uğraşsın. Onun da De ve Do kadar özgüvenli olacağı günler gelecek. Yolumuz uzun.

Çocuklar büyürken bana neler oldu? Yaş aldım. Dersler aldım. Gururlandım. Duygulandım. Umutlandım. Heyecanlandım. Yoruldum. Evet… bu son kelimeyi söylemekten de çekinmiyorum. Anne olmak yorulduğunu bilmemek olmasın çünkü yük taşımanın da bir haddi var. Annelik çocuğunu hep kucağında taşımak değil. Galiba marifet vaktinde kucaklamak, sonra elinden tutup; günü gelince yanı başında yürümek sadece.

skeçBu aralar anneliği daha sessizce yapmanın yollarını keşfetme evresindeyim. Oyuncu ve kollayan anneden dinleyen anneliğe geçiş. Büyüyen çocuklarımın yanında yürüyerek ilerlemek istiyorum. Yan yana yürümenin de tadı var. Yer yer sessizce, yer yer sohbet ederek, yer yer gülümseyerek, ortak zevkleri keşfederek.

Her güne şükrederek… İyi seneler!

 

koruyucu aile içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Yüz yıl mı yaşarım?

Yüz yıl mı yaşarım? Yok sanmıyorum. E o zaman yolun yarısını çoktan geçtim. Bu dünya üzerinde epey bir zaman geçirmiş sayılıyorum artık… Büyük okyanuslar ve kara parçaları, yağmur ormanları, buzullar, sonsuz çöller ve kum dağları. Bunlarla beraber bakınca küçük, küçücük bir insan tanesiyim. Var olmam kimin için kıymetli? Kendim için. Şu yaşıma dek ne değişmedi diye sorarsam, yaşama olan bağım derim. Tutunmayı, umutlanmayı, pes etmemeyi, iyi şeyler olacağına dair inanç taşımayı, neşelenmeyi ve duygularımı dinlemeyi sevdim. Hala da seviyorum. Ne denli yorulsam ve zorlansam da, içimde bir çocuk var. Dirayetli ve mutlu bir çocuk o. Karanlığa düştüğüm zamanlarda bana en çok o destek oluyor. Hep elimi tutuyor. Ve yaşlandıkça daha güçlü ses veriyor.

Bunu nasıl kazandım bilmiyorum, kimlere teşekkür etmeliyim? Hep var olan anneme, olamayan biyolojik babama, kalbiyolojik babama, kahramanım anneanneme ve dedeme teşekkür etmeliyim. Genler ve sevgi sarmalları… Onlarla büyüdüm.

Sonra De ve Do doğdu. İçimdeki çocuktan bile çok yer kapladılar. Sanki bir akışkan gibi çocukluğum onlara aktı. Büyütmeyi çok sevdim. Her bir anlarından keyif almayı, masa altında sallanan küçük ayakları, uyumaya direnen gözleri, hiç usanmadan oynayan elleri, akıllı sözleri; hepsini çok sevdim. Çok söylemişliğim vardır, onlar beni bir kez daha büyüttüler.

Az daha büyüdüm. İçimdeki çocuk dedi ki, Mimu’yu bul. O bir yerlerde seni ve kurduğun bu güvenli limanı arıyor. Büyük okyanuslar, kara parçaları, ve sonsuz çöller içinde sana ait bir küçük liman var; içinde güzel şeyler barındıran bir liman. Mimu’nun size ihtiyacı var. Bu koca dünyanın üzerinde yaşayan kimi çocukların içinde bir sis var. Çocukluklarını yaşamalarına, mutlu olmalarına engel olan bir sis. Daha minicikken yollarını kaybetmelerine neden olan bir sis. Mimu bu limana güvendi ve sisinden arınıyor. İçimdeki çocuğun sesi artık onun sesine ulaşabiliyor.

Dedim ya, yolun yarısını çoktan geçtim. Çok yakında bir yıl daha alacağım hayattan. De, Do, Mimu, eş, kedi, aile, güneş, yağmur, dibini görebildiğim deniz, vapur köpükleri, içimde tekrar eden şarkılar, uzun saçlı ve güzel gülüşlü yiğen ve yeni doğmuş mis kokulu küçük yiğenler… Hepsi için alınmış bir yıl daha.

Yola devam.

100yaş

 

koruyucu aile içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Rüzgarına karşı, rüzgarına rağmen, rüzgarıyla birlikte…

Esip duruyor, günlerdir hatta aylardır. Esmeye de devam edecek. Mimu aramıza katıldığında iki buçuk yaşında bir bebekti. Destek almamız gerektiğini hep biliyorduk. Aldık da. O yaralı bir kuştu, iyileşmesi gerekiyordu, uğraştık. Güvenli bağlanma eksikti, ince ince ördük. Konuşması geride idi, çünkü en zengin çağında beyni yeterince uyarılmamıştı, dil terapisine götürdük. Dil açıldıkça, kalbi rahatladı. Güvende hissettikçe içindeki çocuk açığa çıktı. Ama, dalgalar durulmadı tam anlamıyla. Hiç bitmeyen bir hareket hali, hiç durmayan bir konuşma hali… Ve aslında en zoru, istediklerinin o an olmaması halinde duyduğu gerginlik, kızgınlık. Bunlarla başa çıkamadık. Tam durulur sandıkça biz, tepetaklak olduk. O da, sevenleri de yorulduk.

De ve Do yoruldu. Oysa onlar da birer çocuk. Biz anne ve baba olarak bu işe baş koymuş olabiliriz ama diğer çocuklarımızı bu dalgalara atıp başımızı çeviremeyiz. Çevirmedik. Zaman zaman ikisi için de destek almaya gayret ettik.

Mimu son bir, bir buçuk yılı oldukça zor geçirdi. O yorgunluk hali içinde danıştığımız öyle çok isim oldu ki, sonunda yaşadıklarına ve yaşadıklarımıza bir ad kondu. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite. Bir tanı, bilinmezden daima iyidir. O nedenle bol bol okudum, okudukça resmin yıllardır gözümün önünde olduğunu gördüm. Mimu DEHB’li bir oğul. Kabul ettik. Galiba o da kabul etti. Terapilerimizi daha odaklı ve uzun soluklu hale getirdik, ilaç desteğine başladık.

Bu esnada okul yaşamı başladı. Okul hayatı DEHB’li bir çocuk için, hele de milli eğitim gibi bir sistemin çarkları içinde öyle zor ki. Ne özel okul hazır ve istekli farklılıklara, ne devlet okulu. Özel okullarda veliler bıraksan okulu yönetecek, devlet okulunda ise kalabalık öğretmenin becerilerinin önüne geçmekte. Biz ikisini de denedik. İkisinde de önce duvarlara çarptık. Sonra, sonra sanırım ben “oldum”. Zor ve farklı bir çocuğun annesi olmayı öğrendim, sistemde buna direnenlerin önünde durmayı öğrendim.

Mimu akıllı bir oğlan, bu onun en büyük şansı. Ama o şansı kullanabilir hale gelmesi için rüzgarının zaman zaman durulması gerekiyor. Rüzgarına karşı yol alamıyor, yorucu. Rüzgarına rağmen yol alamıyor, sağa sola çarpıyor. Terapiler ona kendi rüzgarıyla beraber yürümeyi öğretiyor. DEHB’li bir çocuğun en büyük ihtiyacı bu; rüzgarı ile barışık olmayı öğrenmek, bir ömür boyu… Gerektiğinde ona kendi başına dur demeyi öğrenecek. Sosyal bir ortama girdiğinde nasıl sakinleşebileceğini, bir başkasının önceliği karşısında nasıl bekleyebileceğini, adım atmadan önce nasıl plan yapabileceğini öğrenecek. Ve… Mimu öğreniyor. O istekli, güçlü bir karakter. Pes etmeyen bir küçük savaşçı. Biliyorum, yoruluyor. Ve her yorgun savaşçı gibi pes ediyor zaman zaman. Ama anne ve babası, sevenleri yanında, bunu artık biliyor.

Şimdi Bozcaada’dayız, rüzgarın ana vatanında. Zeytin dalları sallanıyor, sazlar eğilip bükülüyor, iğdeler yerlere yatıp kalkıyor. Gösterdim Mimu’ya, bak dedim senin de içindeki rüzgar böyle. Ama rüzgar olmasa, ada ada olmazdı… 🌬 Senin de rüzgarın böyle ama kırmadan, saçıp savurmadan, yola devam…

koruyucu aile içinde yayınlandı | 2 Yorum

Kocaman yürekli kadınlar

Yıllar önce taze bir ikiz annesi iken bir mail grubumuz vardı, yirmiküsur aktif yazışan anne idik. Çoğul bebek annelerinin şıp diye anlayacağı birşey belki bu; dayanışırdık. Derdimiz, şaşkınlıklarımız, yorgunluklarımız, içimizden taşan sevgi… Anneliğin tüm dolu dolu hallerini konuşur, yazışır, dayanışırdık. Yıllar geçti, çocuklarımız büyüdü, biz de alıştık, az yazar olduk. Ama arkadaşlığımız hep baki.

Bugün yine yazışıyoruz birkaç anne ile. Kendiliğinden… Ne ikiz analığı, ne de annelik halleri bizi bir araya getiren. Koruyucu anneyiz hepimiz. Paydamız bu. Paydamız yaşamımıza kendi ellerimizle ve yüreğimizle kattığımız çocuklarımız. Beş aylıkken, iki yaşında, altı yaşında, dokuz yaşında… Fark etmiyor. Kimsesiz ve desteksiz kalmış bir yavru kuşun kanatları olmaya karar vermişiz hepimiz. Onlara uçmayı öğretiyoruz. Yuvada kaldıkları aylara ve yıllara bağlı olarak o kadar farklı sıkıntıları anlamak, adını koymak, düşünmek ve çözmek durumundayız ki, dayanışmanın gücüne yaslanıyoruz.

İyi ki varlar. Çünkü bazen bu yolculuğun çalkantıları bizi yoruyor. Hatta çok çaresiz ve bir başına hissettirebiliyor. O zamanlarda insan çok şey söylemeden onu anlayacak bir can arıyor. Sessizce anlaştığın, sadece ‘haklısın’ı duyduğun bir arkadaş. İki su damlası gibi yan yana…

Her biri kocaman yürekli birer kadın. Ufacık tefecik olsalar da, cesurlar. Hayata karşı değil, hayatın içinde cesurlar üstelik. Yani bu bir direnme, mücadele hali değil; çağıl çağıl akan suyun içine atlayıp yüzme cesareti, kanadı altındaki küçük kuşlara da bir arada yüzmeyi öğretme cesareti. İyi ki varlar. Onlarla sohbet ettikçe kendimi sanki büyümekte olan bir küçük kız gibi hissediyorum. Yaşım ne olursa olsun onları dinliyorum, bir başkasının yolculuğundan neler neler öğrenebilirmişim bu yaşımda, şaşırıyorum.

Arada bir gündelik fotoğraflar paylaşıyoruz. Hani çocuklar karne alırken, parkta koşuşturken, ya da bir akşam ev hallerinde yaramazlık yaparken… Ve bir diğerimizin ellerinde şekillenen o küçük kalplere bakıp gurur duyuyoruz. Çocuklarımızın gözlerinde geçen her bir yılın artırdığı o belirgin ışıltıyı görüp, gururlanıyoruz.

İyi ki varlar. Yalnızlık duygusunun ilacı oldukları için; Ankara’da, Amasya’da, Rize’de, Eskişehir’de, İstanbul’un bir başka köşesinde kocaman yürekli bir kadının daha varlığını bilmeme neden oldukları için; bir güzel canın daha bir yuvada huzurla uyuduğunu bilmeme neden oldukları için. İnsan olmanın ne denli biricik olduğu hatırlattıkları için. Gülen gözleri ile hayata anlam kattıkları için…

koruyucu aile içinde yayınlandı | Yorum bırakın

‘Cici’yi hepimiz severiz

Sevmenin kolayı olur mu? Naif, tatlı, yumuşak olanı severken kılçıklı, çapaklı çetrefilli olanı da seviyor musunuz? Zoru, çalkantılıyı, gölgeleri olanı…


Yeni nesil anne babalara bakıyorum; ben ve benden bir sonraki kuşağa. Çoğunlukla ebeveyn olmayı sadece içgüdüsel yapmayan, okuyan, merkeze çocuğunu alan anne babalardan oluşuyor. Çocuklar bugün eski nesillere göre daha açık, daha meraklı, ilgi alanları daha gelişkin. Ne güzel… Sıkıntı nerede? Sıkıntı bu kadar ihtimamla büyütülen çocukların galiba fazla kontrol altında olması. Herşeye anında çözüm üretmeye endeksli anne babalara sahipler. Daima iyiyi yapmaya şartlandırılıyorlar. Olumsuz davranışları dışarıya hiç yansıtılmıyor. Kol kırılsa da yen içinde kalıyor. Ve çocuklar sosyal yaşama geçtiklerinde, zorluklarla karşılaştıklarında tekliyorlar. Aslında çocuk teklemiyor çünkü o doğası gereği uyum sağlamaya, çare bulmaya daha meyilli. Ama anne / babanın o kadar zamanı yok, zamanı olmadığı için toleransı da yok. Etrafındaki ciciler başı üstüne. Ama zor olanları… Teoride sevse de, pratikte kabul edemiyor. Çünkü büyük emek harcadığı çocuğunun zorlarla çarpışması durumunda hemen bozulacağını sanıyor. Biliyorum, bütün anne babalar sadece ‘en iyisi’ni istiyorlar. Ama hayat daima en iyisini sunmuyor, sunmayacak.
Parkları getirin gözünüzün önüne; kule tepesinde gezen anneler, kızının merdivenleri kendi başına çıkmasını bile bekleyemeyip onu kaydırağın üzerine oturtuveren babalar, iki çocuğun arasındaki dengenin kurulmasına bile tahammülü olmayan teyzeler… Bunlar aşırı, bunlar zararlı. Bunlar çocuğumuza ‘herşeyi en önce ben yaparım, herşeyi en iyi ben yaparım’ı öğretiyor. Empati yok, zoru kabullenmek yok, sabır yok.

Ciciyi hepimiz severiz. Cici parlar, güzel kokar. Cici ile başa çıkmak gerekmez. Hatta sırf bu yüzden ciciyi sevip sevmediğimizi bile düşünmeyiz. Sevdiğimizi zannederiz. 

Kendi çocuğumuz dışındaki çocuklara ne kadar tahammüllüyüz? Sürekli koşturduğumuz için mi cici’nin dışındakilere sabrımız yok? Olsun. Olmalı. Biraz nefes alıp etrafımıza bakmalı. Yaşamın ne denli karmaşık olduğunu gayet iyi biliyoruz. Çocuklarımızın adım adım yaklaştığı yaşam da aynı yaşam değil mi?Onları tamamen savunmasız bırakalım demiyorum ama biraz geride durup izleyelim lütfen. Hem o mesafeden bakınca cicinin defolarını görebiliriz, zorun pırıltılarını fark edebiliriz. Kendi çocuğumuz dışındaki çocukları da sevebilmek için o mesafeye ihtiyacımız var. Sevgi aceleye gelmiyor. Çocuklarımız bizim aynamız. Bizim sevme kapasitemiz onların bu dünyaya dirayetini ve yüce gönlünü belirleyecek. 

Ben de üç yıl önceki Aslı değilim. Değiştim, değişiyorum. Sınanıyorum, ama değişiyorum. De ve Do’nun akışkan hallerine alışmış bir anne iken Mimu’nun tıkanan kanallarını açmayı öğreniyorum. Sadece benim çocuğum olduğu için değil, bu dünyaya atılmış bir ok olduğu için… Emek veriyorum. Ve tüm anne babaların bu değişime açık olmalarını, gölgelerden çekinmemelerini diliyorum. 

koruyucu aile içinde yayınlandı | 7 Yorum

Deniz…

Denizleri severim. Kıyısında durup bakmayı, kokusunu içime çekmeyi severim.  Suyun şeffaf ve yumuşacık desteğini, sabahları dingin, akşamları biraz tekinsiz halini… Güçlü bir simge deniz. 

Denizi izlerken iki şey çağrışır daima beynimde; açık olmak ve hür olmak. İkincisi daha karmaşık, biliyorum ama ilki bu hayatta yıllar geçtikçe en çok öğrendiğim galiba. 

Mimu da bir deniz, biliyor musunuz? Artık. İlk zamanlar, o küçücük hallerinde, henüz değildi. Dili kapalı, duyguları kapalı idi. Gülümsemesi küçük, endişeleri büyüktü. Şimdi o da bir deniz. Açık. 🌊 

İşte onu izlerken soruyorum kendime, De ve Do için en büyük içsel güç ne? Onlara on iki yıllık yaşamlarında ne kazandırabilmişiz? İkiz olmalarına rağmen bambaşka karakterler. Ama ortak paydaları  var, açıklar. 🌊 Hayata, değişimlere, iniş çıkışlara, korkulara, büyük heyecanlara, sevilmeye ve en mühimi de sevmeye açıklar. Elbette çalkantıları var, elbette. Onlar birer çocuk, büyümenin kendisi çalkantı değil mi zaten? 

Zihnim daldan dala konuyor, bir kitap düşüverdi aklıma tam da şu an. Bahsetmişimdir belki ama bilmeyenlere tekrar olsun. Raising Cain, protecting the emotional life of boys. Bu sağlam kitap erkek çocukların duygusal olarak açık olabilmelerinin önündeki tüm zorlukları, sosyal dayatmaları, cinsiyetten gelen farkları anlatıyor. Okunasıdır. 

Bu kitabı Do için okumuştum, belki şanslıydım çünkü o bebekliğinden beri açık bir çocuktu. Bügün ergenliğin eşiğinde. Eskiden uzun uzun sohbet ederdik, sokaklarda el ele yürürdük. Şimdi hem üç çocuklu hayat, hem de anneden bağımsızlığa doğru geçiş nedeniyle sohbetlerimiz azaldı. Ama, baba ile de çok yakınlar. Kendime geride durmayı öğretiyorum, o ne zaman konuşmak isterse dinlemeye çalışıyorum, endişem yok. Biliyorum ki, hala bir deniz 🌊 . En kıymetli  anda gelip derdini anlatıveriyor.

Mimu yolun başında. İki buçuk yaşında iken tek bir cümlesi yoktu, biliyor musunuz? İçindeki dalgalar iç çeperlere çarpa çarpa sönüyormuş. Artık değişiyor. Bu değişimi en çok da kendisi hissediyor. Ve rahatlıyor. Duyguların açık kapılardan çıkması ve yerine ulaşması ne kadar hafifleticidir. 

Yeni bir okulda artık Mimu; arkadaşlarına, öğretmenlerine, büyük çocuklarla bir arada olmaya alışıyor. Her çocuk bu eşiklerde tekleyebilir, farklı şekillerde. Mimu için bir kat daha zor, her yeni başlangıç onun için biraz korku, biraz özgüven, biraz endişe. Bebekliğinde değişimler karşısında yeterince destek görememiş her küçük duygusu ile kendi başına başa çıkmaya çalışmış ve bu stres beyninde yer edinmiş. Evet şimdi güvende, adımlarının yanında duran bir anne babası var ama eskilerden kodlanan o stres hala yerli yerinde duruyor. Tüm bu yanlış kodlamaları değiştirmek zaman alacak. 

İşte bir kitap daha, Reparenting the Child who Hurts. Mimu’yu anlayabilmem için sadece içgüdülerim yeterli olmuyor. Sağlıklı büyümüş bir annenin, bir şekilde yaralanmış bir küçüğe annelik yapabilmesi sadece içgüdülerle olmuyor. Okumak, dinlemek, psikolojik destek almak… Bunlar zor ama iyi hissettiren adımlar. Mimu’nun bugünü daha kolay olsun ve daha önemlisi yarınları açık, hür ve sağlıklı olsun diye.

Bu yağmurlu günde denizi hayal ediyorum. Gri bir gökyüzünün altında gümüşi bir su parlıyor. Derinliğini hissedebiliyorum. Gepgeniş yüzeyin altında ve üzerinde her yönde doğru uzanmakta. Açık.

Çocukların duygularını olduğu gibi yaşaması, dilediklerinde söze dökebilmeleri ve en mühimi söze döktüklerinde güvendikleri bir kolun kanadı altına girebileceklerine inanmaları gerek. Bu inanç onların yaşamdaki en büyük güçleri olacak. Açık oldukça daha mutlu olduklarını görecekler. 

De, Do ve Mimu için bunu diliyorum. Tüm çocuklar için diliyorum. 🌊🌊🌊

koruyucu aile içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Bumm!

Ana sınıfına başlayacak Mimu. Bir yandan büyüttük valla, gibi bir gururlu ebeveyn hissiyatı, öte yandan yapabilecek mi gerçekten de, okulla yaşadığı iniş çıkışları çözebilecek miyiz, endişesi hakim bende.

Vesikalık çektirdik. Ve bummmm! Öyle bir ışık yansıdı ki bana 3×5 cmlik fotoğraftan. Keşke buraya koyabilsem… Ama bir arkadaşımın tespiti ile tam da şu emojiyi hayal edin isterim: “😍” Tam böyle bakmış Mimu kameraya, bu kadar yoğun bir sevgi ve güven ışıldamış kara gözlerinde.


İki buçuk yılda bu değişim. Ömrünün yarısı. Bir uçtan öbür uca varmış minik adam. Ürken, kızan bir bebekten hayatta herşeyi yapacağına inanan bir küçük çocuğa varmış. 

Mış’lı konuşuyorum farkındayım. Çünkü içinde mücadele ederken, yuvarlana yuvarlana giderken her zaman göremiyorum. Bir amaç için uğraşan herkesin yaşadığı gibi, anları fark edemeyebiliyorum. Ta ki bummm, bir vesikalık önüme gelene dek.

Annem de uyardı geçenlerde, olumlu şeylerden söz et biraz da, dedi. Zor tamam biliyoruz ama güzelliklere odaklanalım haydi. Bahar gelmişken hele…🍀🦋🍀

Abla ve abi ile kardeşlik tam da olması gerektiği kıvamda artık. Üç sarıl, iki didiş. Hep onların ayak izlerinde yürümen,

Baba ile sarmaş dolaş. Annenin otoritesi boğduğu zaman, gidip kolunun altına girivermen,

Konuşamadığın iki yılın acısını çıkart. Hiç susmadan, her gün yeni kelimeleri, ifade biçimlerini kullanman ısrarla,

Özlediğini dile getir. Senin için kıymetli insanları bir bir sayman, ziyaret etmek istemen,

Geldiğin gün bile var olan o karakteristik özgüven. Ama yer yer haksız da olabildiğini fark edip geri adım atabilmen.

Mimu! Bir gün kocaman bir adam olacaksın. Her anlamda kocaman. Cüssen kadar büyük bir kalbin olacak. Omzuma sarılıp ‘takılma bunlara be anne, bak nasıl da büyüdüm’ diyeceksin.

Ablanı kollayacaksın her koşulda, abinle gezip tozacaksın. Babanla bisiklet turuna çıkacaksın.

Ben de iyi ki, iyi ki diyeceğim bir daha. 

koruyucu aile içinde yayınlandı | Yorum bırakın

İKİ

İki yıl önce, iki çocuklu bir anne bir küçüğün elinden tuttu. İki yaşında bir minikle bir kapıdan çıktılar. Bir baba onları kalp çarpıntısı ve heyecanla izliyordu artları sıra. Ve o anı fotoğrafladı.

anneogulÇok acemiydik. Oysa o zamana dek anne baba olmayı gayet iyi becermiştik. O küçük eli tutarken içimde, içimizde sorular, sorular, bilinmez duygular…

Hoş geldin oğlum. Sen çok özel bir çocuksun. Kararlı, güçlü, hayatı bir hamle ile değiştirebilecek inançta bir oğlansın. Aslında bıraksak her şeyi bir başına halledebileceksin. Doğuştan lidersin. İnatçısın. Çabuk kızıp, zor sakinleşen bir karaktersin. Hayvanlara karşı sonsuz bir sevgin var. Gördüğün tüm köpeklerin önüne yatıp onlara sarılıyor; tüm kedileri kucaklayıveriyorsun (Dün sokakta giden bir at arabasının peşine takıldın, arkandan yetişmek için az koşmadım: Eyvah dedim şimdi de ata sarılacak. Allahtan öğretebilmişim sana temkinli olmayı, izledin sadece).

Hoş geldin oğlum. Bize kalabalık olmayı öğrettin. Anne baba olarak akışına bırakabilmenin kıymetini hatırlattın. Dengeleri yeniden kurma becerilerimizi parlatmayı öğrettin.

Hoş geldin. Abi ve ablana gerçek bir hayat tecrübesi oldun. Bir gecede bu yeni görevle tanıştılar. Onlar ikiz kardeşlerdi, aralarında apayrı bir dengeleri vardı. Şimdilerde bu dengenin zaman zaman yerinden oynayabileceğini öğreniyorlar. Bir küçük çocuk girdi yaşamlarına. Yabancı. Ama bir yabancının kardeşe dönüşebileceğini öğrendiler. Ve artık tüm çevrelerine öğretiyorlar. Doğal akışına bıraktığımızda kalp bağı ile bir kardeşlik nasıl kurulur, bilmeyenlere gösteriyorlar. Anlamayanlara anlatıyorlar.

Geçenlerde büyük oğlumun okulundaydım. Öğretmenleriyle aramızda şöyle bir diyalog geçti:

  • Do bizlerekardeşinden bahsediyor.
  • Aa gerçekten mi, De’nin uğraşlarından bahsetmeyi hiç sevmez oysa.
  • Yok De değil, Mimu’dan söz ediyor.
  • Gerçekten mi?
  • Elbette. Kardeşim şöyle şöyle yaptı geçenlerde derken gözlerinin içi gülüyordu hatta.

İki yıl. Do, Mimu’dan söz ediyorsa okulunda iki yılın sonunda, ben hiçbir şey için endişe etmemeliyim aslında. Onlar bir ekip olmuşlar artık.

Hoş geldin oğlum. Artık akşamları üç yatağa uğrayıp yorganları kontrol ediyorum. Üç melek başı öpüyorum. Her birinize bir sonraki gün nasıl bir güç vermem gerekli ise, kulaklarınıza onu fısıldıyorum. Artık üç defa koklayıp, üç defa seni seviyorum diyorum. Biliyor musunuz, Mimu’nun kokusunu öğrenmek için çalıştım iki yıl boyunca. Hani sosyal medyada testler çıkıveriyor ya karşımıza bazen, bebeklere kokusundan tanıtarak annelerini bulduruyorlar. Ben de başında oturuyorum bazen geceleri, izliyorum. Gür saçlarını, kıvrık kirpiklerini izliyorum. Öpe öpe Mimu’nun kokusunu ezberime yazıyorum.

Hoş geldin. Annene babana, iki’den sonraki yeni hayatına, özgür ruhunu yeşerttiğin yeni hayatına hoş geldin. Babanla birlikte hayal ediyoruz. Nasıl kocaman bir genç adam olacağını, spor yapmanın sana nasıl yakışacağını, ablanla nasıl dertleşeceğini, abinle nasıl akşam turlarına çıkacağını… Hayal ediyoruz. Hayallerimize katıldığın için teşekkürler oğlum. Hoş geldin. İyi ki geldin.

koruyucu aile içinde yayınlandı | 1 Yorum